Dervişcik sahnede…

Dervişcik

Web sitemde “Beslendiğim Kaynaklar” kategorisinin bir alt başlığı olan Kadim Bilgi kısmında, bir dervişciğin kendi hakikatine ulaşma yolcuğunda (Hakiki bir İnsân-ı Kâmil rehberliğiyle/refâkatiyle seyr-î sülûk) tecrübe ettiği bazı hikâyelerini sizlerle paylaşacağımdan bahsetmiştim. Bugün bende emânet olarak bulunan ilk hikâyesini; Efendisi/Rehberi ile tanışması, onunla birlikte kendi hakikatine yolculuğunun başlayış aşamasını ve ağırlıklı olarak İslâmiyet’deki “CİHÂD” kavramını Kur’ân ve sahih hâdisler eşliğinde blog yazım olarak sizlerle paylaşıyorum.

Bilimin ışığında bir psikolog olarak yetişirken, insânı anlama yolculuğumda somut/bilimsel/deneysel ve/veya soyut/tinsel/metafizik  tüm kaynaklara, bakış açılarına saygı göstermek; okuyup, araştırıp, öğrenmek ve gerektiğinde kendi inanç ve imân süzgecimdem geçirerek onlardan yararlanmak düsturum olmuştur. Bu anlamda kaynağı inanç, imân, din (tüm kültürlere ve coğrafyalara ait dinler), sözlü anlatımlar; destan, masal, mesel, mitoloji, felsefe ve tasavvufa dayalı kavramları da içeren yazılarımı web sitemde paylaşıyor olacağım. İnsân bir bütüdür, varlığı ispat edilemeyen yönleri de bu bütünün içindedir.

Dervişcik sahnede….

Bir zamanlar bir kızcağız anne  olmuş ve demiş ki ben evlâdlarıma doğru şeyler öğretmeliyim.  Düşünmüş ki en doğru bilgiye nereden ulaşabilirim, aklına Kur’ân-ı Kerim’in Türkçe mealini okumak gelmiş.  Çünkü gelmiş 30 yaşına o güne kadar bir kere dahi olsun okumamış bu yüce meali.  Bildikleri ailesinden görüp duydukları imiş sadece.  Ama buna da binlerce kere hamd edip şükretmiş.  Dedesi Kur’ân-ı Kerimi defalarca hatim eder, Peygamber Efendimizin hadîslerini okuyarak bunlarla hallenip yıllarca kendisine örnek olurmuş meğerse.

Ve başlamış Kur’ân-ı Kerim’in mealini[1] en başından kitap gibi okumaya. Tevbe Sûresinin 24. âyetine[2] geldiğinde okuduğu Türkçe meali şöyle anlamış: “Anneni, babanı, çocuklarını, kardeşlerini, akrabalarını, sahip olduğun mallarını, işini sevip duruyorsan, Allah yolunda cihâd etmiyorsan sen yoldan sapmışlardansın, sen Allah’a nasıl ibadet edersen et cihâd etmediğin sürece O seni güzelliklere veya umduklarına eriştirmeyecek.” Kendisi yaşantısında tamda böyle bir hâl içindeymiş. Âyet-i Kerimedeki tüm sayılanları seviyor (aslında onları sevmemeli diye algılıyor o sırada okuduğu Âyet-i Kerime’nin Türkçe meâlinden) ve Allah yolunda cihâd etmiyormuş.  Tabii cihâd sözünden anladığı tamamen savaş olduğu için ve hiçbir zaman da böyle bir savaşa katılamayacağını düşündüğünden büyük bir ümitsizliğe kapılmış.  Onun sevdiği Allah böyle bir şey söylemiş olamazmış…“Yani ben Allah ve Peygamber için savaş alanlarına çıkıp savaşmayacaksam hiçbir zaman hidâyate eremeyecek miyim? Âyeti Kerim’de sayılanları da sevmemeli miyim?” sorularına cevap bulamadığı için Kur’ân-ı Kerim’in Türkçe mealini kapatıp bir daha hiç okumamaya karar vermiş. Bu anlam çok ağır gelmiş nefsine. Şimdiye kadar ailesinden, dedesinden gördüklerini, bildiklerini uygulayarak yaşamını sürdürmeye devam etmiş. Yıllar geçmiş aradan bir çocuğu 11, diğer çocuğu 5 yaşında iken birgün çok farklı, içine derin huzur ve muhabbet veren bir beyefendi ile tanışmış.  Kendisini o kadar çok sevmiş ki ondan ayrılamaz olmuş. Ve bir müddet sonra kendisinin özel eğitimine girerek acizâne bir dervişçik olmuş.  Bu İnsân-ı Kâmil’in rehberliğindeki kendi seyr-i sülûk[3]u esnasında birgün iç dünyasına dönüp baktığında ne görmüş biliyor musunuz?  Cenâb-ı Hakk’ı, Hz. Muhammed (a.s.)’ı, Ehli Beyt’i, Kevser[4]’i ve Efendi’sini/Rehber’ini dünyada kendisine emânet olarak verilmiş annesinden, babasından, eşinden, evlâdlarından, akrabalarından, malından, mülkünden, ilh… ve kendinden çok çok fazla seviyor. Bunu fark ettiği an aklına Kur’ân-ı Kerim mealini okumamak üzere kapatmasına vesile olan âyetin Türkçe meali gelmiş.  Ve o güne kadar Efendi’sinden/Rehber’inden öğrendiklerinden dolayı (Efendisi/Rehberi sohbetlerinde hep anneye, babaya, kardeşe, eşe, evlâdlara, dostlara, hasımlara, vs.  muhabbetle yaklaşmak, bir ihtiyaçları olduğunda onlara yardım etmek, sıkıntıda olduklarında yanlarında olup dertlerini paylaşmak ve onlar için hep hayır duasında bulunmak gerekliliğiyle ilgili tavsiyelerde bulunurmuş.)  bu âyetin mealinde bir yanlışlık olabileceğini düşünerek; kendisine bu âyeti sormuş ve şöyle bir cevap almış:  “Bak güzel evlâdım anneni, babanı, eşini, evlâdlarını, akrabalarını, sana Cenâb-ı Hakk tarafından rızık olarak verilmiş her şeyi seveceksin onlara muhabbetle davranacaksın ama bunları yaparken Cenâb-ı Hakk’ı hiç unutmayacaksın, Cenâb-ı Hakk’a olan muhabbetin onlara olan muhabbetinden biraz daha fazla olacak. Yâni ençok Cenâb-ı Hakk’ı sonra bu saydıklarını seveceksin.  Gelelim cihâd konusuna.  Ah benim güzel evlâdım, cihâd sözünü okuduğunda bunun mânâsını sadece kılıç, tüfek, silah kuşanıp savaşmak olarak algılamanda senin hiçbir suçun yok.  Burada en büyük suçlu bu konuda bilgili olduklarını vehmeden kişilerin bunu kitaplarında, beyânlarında halka bu şekilde anlatmalarından, büyüklerin de çocuklarına bu bilgiyi aynen bu şeklinde aktarmalarından dolayıdır. Silahlı savaş İslâm’da cihâdın yalnızca bir vechesidir. Ve ancak müslümanlara yapılan bir zulüm ya da adâletsizliğin izâlesi için bu anlamdaki cihâda izin vardır. Cenâb-ı Hakk Bakara sûresinin 256. ayetinde: “Lâ ikrâhe fi-d dîn (dinde zorlama yoktur)” demektedir. Din zorlama yoluyla değil, ancak tebliğ ve ikna yoluyla yayılır. Ayrıca Hazret-i Peygamber: “Savaşı aramayınız; fakat (savaş) sizi bulursa sabır ve sebat ediniz” (Ö.F. Mardin: a.g.e., s.402/H.No. 1544) buyurmuştur: zîrâ Kur’ân’da Bakara sûresinin 190. ayetinde de: “Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın; fakat haksız yere saldırmayın; çünkü Allah haksız yere saldıranları sevmez.” îkazı vardır. Ayrıca gene Bakara sûresinin 194., Hac sûresinin 39. ve Mümtehine sûresinin de 8-9. âyetlerinde, sırasıyla:

            “…Kim size saldırırsa, onun size saldırdığı kadar siz de ona saldırın. Allah’dan çekinin; ve bilin ki Allah, Kendi’nden çekinenlerle beraberdir.”

            “Kendileriyle savaşılanlara (yâni mü’minlere) savaşma izni verildi. Çünkü onlara zulmedilmiştir. Hiç şüphe yok ki Allah onlara yardım etmeğe kaadirdir…” denilmektedir.

Hazret-i Peygamber’den rivâyet edilen bir hadîsde ise:       “Cihâd (yalnızca) bir kimsenin Allah yolunda kılıç sallaması değildir. Asıl cihâd anasına ve babasına bakan, çoluk çocuğuna bakan kimsede tahakkuk eder ki o (gerçek bir) cihâdda sayılır. Kimseye muhtaç olmamak üzere çalışan kimse de cihâdda sayılır.” (A.Z. Gümüşhânevî: a.g.e., s. 442/H. 4473) denilmektedir.

Arapçada CHD masdarının Türkçedeki anlamları:1) “çalışıp didinmek”, 2) “gâlib gelmek için bütün gücünü kullanmak”, 3) “savaşmak”, 4) “Allah uğruna mücâdele etmek”dir. Türkçede “cehd-ü gayret sarfetmek” deyimindeki cehd: güç, tâkat demektir. Bu masdarın “cihâd eden anlamındaki ism-i fâili mücâhid ve bunun çoğulu da mücâhidûn ya da mücâhidiyn’dir.

Cihâd: “Allah (c.c.) uğruna, yâni Allah’ın emirlerini hükümrân kılmak üzere düşmanla savaş” demektir. Hz. Peygamber (s.a.)’den, bir savaş dönüşünde ifâde etmiş olduğu rivâyet edilen: “Küçük cihâddan (cihâd-ı asgar’dan) en büyük cihâda (cihâd-ı ekber’e) döndünüz; bu en büyük cihâd kulun nefsine karşı savaşıdır” mealindeki hadîs bize nefsimize karşı yapacağımız savaşın da bir cihâd olduğunu açıkça belirtmektedir. Bu hadîsin ihtivâ ettiği mesaj, sağlamlığı müsellem:

            Mücâhid nefsiyle cihâd edendir (Tirmizî: “Fezâilü-l cihâd”).

            Mücâhid Allah’a itaatte nefsiyle cihâd edendir (Ahmed bin Hanbel: “Müsned”).

            En kuvvetli düşmanın içindeki nefsindir (Abdurraûf-al Munavî: Kunûz-al hakaayık fî hadîsi hayr-al halâyık).

Cihâdın en büyüğü kişinin kendi nefsiyle, kendi hevâ ve hevesiyle savaşmasıdır. (Süyûti: Câmi’-al Sagıyr)

            Cihâdın en fazîletlisi zâlim sultânın veyâ zâlim emîrin huzurunda söylenecek adâletli sözdür (Ebû Dâvud: “Melâhim”; İbn Mâce: “Sünen”; Tirmizî: “Fiten”; Ahmed bin Hanbel: “Müsned”)

hadîsleriyle tam bir uyum içindedir.

Kur’ân ise nefsin hakîkatını:

            Ben nefsimi her kötülükten berî tutamam. Çünkü nefis aşırı şekilde kötülüğü emredicidir; ancak Rab’bimin esirgediği (nefis) müstesnâ. Şüphesiz ki Rab’bim bağışlayan ve esirgeyendir (XII/53),

            Andolsun ki insanı Biz yarattık da onun nefsinin kendisine ne vesveseler telkîn ettiğini biliriz…(LX/16),

            Gördün mü hevâ ve hevesini (nefsinin arzularını, kendisine) ilâh ittihaz edeni ve Allah’ın onu bir ilim hakkında dalâlete düşürdüğü ve kulağıyla kalbini mühürlediği ve gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi? Ve ona Allah’dan başka kim hidâyet verebilir? Hâlâ düşünmezler mi? (XLV/23),

şeklinde beyân etmektedir.

Bu âyetlere göre, Rab’bin Zâtıyyetine ait Mürebbiliği hasebiyle esirgediği kimseninki hâriç olmak üzere, nefis: 1) aşırı şekilde kötülüğü emredicidir, 2) insana vesveseler telkîn eder, 3) insanı, hevâ ve hevesine tapındıracak yâni onların dikte ettiklerinden daha üstün bir emir, ve nefsinden de daha üstün bir emir mercii tanımayacak kadar soysuzlaştırabilir; böyle bir kimsenin bu kabil bir şirk içinde bulunması Allah’ın, onu, nefsinin ilmi hakkında dalâlete düşürmüş olmasıdır(XLV/23).

Yine âyetlerde:

O hâlde kâfirlere boyun eğme ve onlara karşı büyük cihâdla (cihâden kebiyrâ) karşı koy,

            Ey Peygamber! Kâfirlere ve münâfıklara karşı cihâd et, onlara sert davran. And olsun ki onların barınağı Cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir (IX/73),

            Ve kim ki cihâd eder, ancak nefsi için cihâd etmiş olur. Şüphesiz ki Allah âlemlerden müstağnidir(XXIX/6),

denilmektedir. Bu âyetlerin ışığında hadîslerde ise:

            Cihâdın en fazîletlisi müşriklerle malı ve nefsiyle cihâd edenin cihâdıdır (Ebû Dâvud: “Sünen”),

            Allah yolunda cihâd eden, Allah’ın teminâtı altındadır. Ya onu mağfiret ve rahmetine alıverir, ya da büyük sevab ve ganimetlerle geriye döndürür. Allah yolunda cihâd eden gündüzün oruçlu, geceleyin ise ibâdet eden kişi gibidir… (A.Z. Gümüşhânevi: Râmûzü-l Ehâdîs),

            İlim elde etmeğe çalışmak Allah katında namazdan da oruçtan da, hacdan da ve Allah yolunda cihâddan da üstündür (Suyûtî: Câmi’-al Sagıyr),

            Allah indinde ilim tâlibi Allah yolundaki mücâhidden efdâldir (Ömer Fevzi Mardin: Hadîs-i Şerifler),

            İlmi öğreniniz. Çünkü Allah uğrunda ilim öğrenmek bir hasenedir. İlimden bahsetmek Allah adını tesbihdir. İlmi aramak cihâddır. İlim tahsil etmek ibâdettir. İlim tâlim etmek sadakadır. İlmi ehline yaymak Allah’a yakınlıktır (a.g.e.)

denilmektedir. Güzel kızım buraya kadar bahsettiğim âyetler ve hadîslerden özet olarak şu sonuçlar çıkmaktadır:

  1. Cihâd: A) nefse karşı, B) cehâlete karşı, C) kâfirlere karşı, Ç) münâfıklara karşı ve D) müşriklere karşı olmak üzere beşe ayrılmaktadır. Bu beşi de İnsân’ın düşmanıdır; ama nefs en büyük düşmanıdır. Nefs, Şeytanın makarrı olmakla nefse karşı cihâd aynı zamanda Şeytana karşı da cihâddır.
  • Cihâdın en büyüğü (Cihâd-ı Ekber) kişinin bilmeden putlaştırdığı kendi nefsine ve onun hevâ ve hevesine karşı açtığı cihâddır. Cihâdın en faziletlisi zâlim sultâna ya da emîre karşı hakkı ve adâleti müdafaa etmek ve müşriklere karşı da malıyla ve canıyla yapılan cihâddır.
  • Cihâd eden kişinin teminâtı Allah’dır. Mücâhid gündüzün oruçlu, geceleyin de ibâdet eden kişi gibidir.
  • İlmi aramak da cihâddır ama bu kabil cihâd, nefse karşı cihâddan daha da üstün bir ibâdettir. Bu bakımdan ilim tâlibi mücâhidden de üstündür.

Bütün bu cihâdlar Allah tarafından emr ve Resûlullah tarafından da teşvik edildikleri için, Allah’ın ve Resûl’ünün rızâsını yâni hoşnutluğunu kazanmak üzere ve ayrıca hepsi de farz olduğu için fîsebîlillah yapılır. Farz olmaları dolayısıyla da hepsi de ibâdet mesâbesindedir.

Allah yolunda yâni fîsebîlillah cihâd edenin ecrinin ne olacağı hususunda şu hadîs-i kudsî’yi hatırlamakta fayda var:

            “Kullarımdan Ben’im hoşnutluğumu kazanmak için Ben’im yolumda cihâd edene şu garantiyi verdim: Şâyet onu eve döndüreceksem elde ettiği sevap yâhut ganîmetle döndüreceğim. Eğer rûhunu alacaksam, onu bağışlayıp merhamet edeceğim ve onu Cennete koyacağım.” (Ahmed, Müsned)

Bir de Buhârî’de Cenâb-ı Peygamber’den nakledilen şöyle bir ifâde vardır ki bunun üzerinde ne kadar düşünülse azdır. Hazret-i Muhammed (s.a.):

            “Ben cihâd değerinde bir ibâdet bulmuş değilim ki!” (Buhârî/1176; kezâ, Ömer Fevzi Mardin: Hadîs-i Şerifler, Mevzûlara Göre Tasnifli- Şerhli; 2. basım, s. 397; İstanbul, 1978) demiştir; ve kezâ şu hadîse de dikkat etmek gerekir:

            “Güzel söz söylemek, oruca devam etmek, her yıl hacca gitmek cihâda yakın olur. Bunlardan başka derece bakımından onu hiçbir ibâdet tutamaz” (Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî: Râmûz-ul Ehâdis tercümesi, Pamuk Yay., s.606/HçNo. 6351).

Kur’ân’da cihâd ile ilgili 100’den fazla âyet vardır; yâni Kur’ân’ın 1/60 kadarı cihâda tahsis edilmiştir.

Bütün bunlar göz önüne alındığında, cihâdın fakihler ve imamlar tarafından niçin İslâm’ın Şartları arasında 6. şart olarak zikredilmemiş olduğunu anlamak zordur. Eğer cihâd cemiyet hayatının her safhasında mûteber ve zarûrî bir ibâdet şartı olarak İslâm’ın Şartları arasında zikredilmiş olsaydı ve dolayısıyla da “sürekli cihâdın gerekliliğinin idrâkı” en az namaz ve orucun idrâki kadar zinde tutulmuş olsaydı İslâm Âlemi herhâlde yüzyıllardır süregelen bir miskinliğe, nemelâzımcılığa, tembel ve âciz bir tevekkül anlayışına mahkûm olmuş olmazdı.

Nitekim Cenâb-ı Peygamber bir hadîsinde:

            “…Cihâddan ayrılma. O, Müslümanların canla sarıldıkları ibâdettir” (A.Z. Gümüşhânevî: a.g.e., s. 392/H.No. 3930) demektedir.

Cihâd konusunda dikkat edilmesi gereken bir husus da cihâd niyetine yapılıp da makbûl olmayan fiillerdir. Nitekim Ebû Dâvûd’un Sünnen’inde mezkûr bir hadîsde (Bk. İbn Kayyım el-Cevziyye: Zâdu’l-Meâd, 3. cild, s. 123, 50 no.lu dipnot):

            “Dünya malı elde etmek için cihâd eden kimseye sevap yoktur.”

denilmektedir. Çünkü böyle bir cihâd yalnızca şeklen cihâddır; Allah yolunda yâni fîsebîlillah yapılmış bir cihâd değildir.

İslâmî mânâda cihâd Allah yolunda (yâni fîsebîlillah) nefse karşı, cehâlete karşı, küfre karşı, nifaka karşı, zulüm ya da adâletsizliğe karşı girişilmesi farz olan bir mücâdele ve bu niteliğiyle de bir ibâdettir; ve Cenâb-ı Peygamber’e göre de, hem değer ve hem de mertebe bakımından, en üstün ibâdettir.

Nefsin ıslahı ile cehâletin, küfrün, nifakın, zulüm ve adâletsizliğin ortadan kaldırılması için girişilen cihâdda Müslüman: 1) fikren, 2) lisânen, 3) mâlen, ve 4) bedenen bir mücâdele verir. Elindeki imkânlar ne ise Allah yolunda cihâd ederken bunları kullanır; elde edeceği ecri de Allah tâyin eder.  Bu cihâddan başarı ile çıkana ise yakîn yâni şeksiz, şüphesiz, vehimsiz, kesin bilginin yolu açılır. Lâkin insan yakîne ancak “Ölmeden önce ölünüz!” hadîsinin hakîkatı kendisinde tecellî ettiği yâni nefsi ölüp de kendisi de Hak’kın huzûruna çıkıp Velâyet mertebesine mahzar olduğu zaman erişir. Ve işte o zaman vehimlerden ibâret olan bu fânî hayattan uyanarak hakîkî bâkî hayata doğmuş olur.

İslâm’da cihâdın yalnızca bir vechesi olan silahlı savaşa ise ancakMüslümanlara yapılan bir zulüm ya da adâletsizliğin izâlesi için izin vardır. İslâm saldırgan değildir. Dinde zorlama olmadığından (II/256), İslâm dininin yayılması için savaş değil tebliğ ve ikna şarttır. İslâm’da savaşlar ancak korunma gâyesiyle yapılan müdafaa savaşlarıdır. Her Müslüman cihâdın ibadet bakımından büyük değerini idrak ederek günlük hayâtında da mücâhid olmağa gayret etmeli, ve cihâd idrâkini en az namaz ve orucu idrâki kadar zinde tutmalıdır.

Dervişcik bütün bu anlatılanları dinlerken Cenâb-ı Hakk’ın lûtuf ve keremiyle nasıl bir deryâya ulaşmış olduğunu idrâk ettikçe bu idrâk hâli gönlüne sığamıyor, gözlerinden yaş olarak taşıyormuş. Yıllar önce kendi kendine sorup cevap bulamadığı sorularına ne muazzam cevaplar almış olduğunu düşündükçe ağlaması devam ediyormuş.

Efendi’sinin/Rehber’inin yumuşacık, gönlüne inşirâh/ferahlık/genişlik veren sesiyle tekrar bulundukları odaya dönmüş… Efendi’si/Rehberi şunları söylemekteymiş:

Benim tatlı kızım; “ilme tâlib olarak fakîre intisâb ettiğinde;  yıllar önce ‘Ben hiçbir zaman cihâd edemem onun için de hiçbir zaman hidâyete eremeyeceğim.’ diye ümitsizliğe kapıldığın âyeti kerimenin manâsı Cenâb-ı Hakk’ın lutuf ve keremiyle sende zuhur etmiş de sen bunun  farkında değilsin.” Bu sözlerin mânâsını idrâk ettiğinde hiç farkında olmadan nefsine karşı cihâd etmekte olduğunu anlamış ve kulağında sürekli şu âyeti kerime yankılanmaya başlamış “İnnAllahe  alâ külli şey’in Kadiyr (Şüphesiz Allah her şeye Kādir’dir[5]).

Çaresiz ve çelimsiz bir ses tonuyla; “Efendim, Cenâb-ı Hakk’ın bu lutfuna karşı ona hamd ve şükürden acizim. O’na nasıl hamd edebilirim ki?” diye sormuş. Efendisi de ona; son nefesine kadar Allah’ın rızâsı için O’nun ve Peygamber Efendi’mizin yolunda yukarıda anlattığımız şekilde nefsine karşı cihâd ediyor[6] ol ayrıca emr-i bil mâruf nehyi anil münker’e[7] uygun olarak yaşamını sürdür bu yeter demiş. Dervişcik bu muazzam bilgiler neticesinde Efendi’sinin/Rehber’inin hürmet ve muhabbetle elinden öpmüş. Efendisi/Rehberi bu bilgileri tâliplilerine fîsebîlillah vermekte imiş. Hiçbir şekilde hediye ve behiye kabul etmiyormuş. Hakiki Kâmil Mürşid’lerin en belirgin özelliklerinden biri de buymuş, yaptıkları hizmetin ecrini sadece Rablerinin katından ve Rablerinin verdiği kadar beklerlermiş.

Cihâd açıklamasından bir önceki konuya geri dönecek olursak; “Cenâb-ı Hakk’ı en çok sevme” konusuna; birgün yine Efendi’si/Rehber’i “En çok Cenâb-ı Hakk’ı seveceksiniz” demiş. Dervişcikte içinden sürekli diyormuş ki: “Ama ben sizi de onu sevdiğim kadar seviyorum.” İçindeki bu ses hiç durmayınca dayanamamış: “Ama Efendim ben sizi de Cenâb-ı Hakk’ı ve Cenâb-ı Peygamberimizi sevdiğim kadar seviyorum.” deyivermiş. Efendisi’de ona “bir dervişin efendisini ilâhlaştırmadığı ve putlaştırmadığı[8] sürece Cenâb-ı Hakk’ı sevdiği kadar sevebileceğini söylemiş. Dervişcik çok rahatlamış ve bu üç sevgi bir arada artarak devam etmiş. Onları o kadar çok seviyormuş ki her an  onları düşünüyor ama bu arada dünya işlerini ve sorumluluklarını da ihmal etmeden Cenâb-ı Hakk’ın izin verdiği kadarıyla yerine getiriyormuş. Efendisi/Rehberi her ân gönlündeymiş. Efendisi/Rehberi tüm mânevi evlâdlarına; “Ne zaman gönlünüze düşersem, saat kaç olursa olsun mutlaka fakiri arayın veya ziyaretime gelin” diyormuş. O da içinden “hiç gönlümden çıkmıyorsunuz ki, o zaman her an evinizde olmalıyım” diye geçiriyormuş; ama bunun imkânsız bir şey olduğunun da farkındaymış.

Efendisi/Rehberi bu sözünü sıklıkla yineliyormuş. Bizim dervişcik de gönle düşme debisinin dayanılmaz olduğu anlarda duruma göre ya kendisini telefonla arar veya ziyaretine gidermiş. Fakat kendisiyle bu zahîri vuslâtlarının bittiği anda sanki hiç böyle bir şey olmamış gibi gönlü Efendisi’ne/Rehber’ine karşı hasret ve özlemle dolarmış.

Efendisi/Rehberi bu sözünü tekrar yinelediği birgün dayanamamış ve bu durumunu kendisine söyleyivermiş. Efendisi/Rehberi de ona sağ eliyle sanki bir şey ikrâm ediyormuşcasına ”Sen radyonu aç!” demiş.  Dervişcik o günden itibaren radyodaki şarkı sözleri vasıtasıyla çok değişik hâller yaşamış.

Efendisi’nin/Rehber’inin bu sözünden sonra radyosunda dinlediği ilk şarkı Sezen Aksu hanımefendi’nin seslendirdiği sözleri Aysel Gürel hanımefendiye ait olan şu şarkıymış:

Haydi gel benimle ol

Oturup yıldızlardan

Bakalım dünyadaki resmimize[9]

Ordaki sevgililer

Özlenip birer birer

Gün olur erişirlerdi bize[10]

Dervişciğin anlamlandırmasına göre, ilk kıtada Cenâb-ı Hakk ve Peygamber Efendimizin muhabbetle bir arada olup bu muhabbetin tecellîsi (resmi) olan, bu muhabbetten[11] dolayı varlık kazanan dünyaya (ve âlemlere) bakışlarını çevirmiş olduklarını ve izlenenler arasında kendinin de bulunduğunu düşündükçe şimdiye kadar hiç tatmadığı bir hâlin, bir duygu selinin içine dalıyor orada yüzüyor yüzüyormuş.

İkinci kıtada ise bu muhabbetle dünyadaki sevilenlerin de birer birer onların huzuruna erişebileceklerini düşününce; kendisinin de bir gün oraya erişebilenlerden olmasını Cenâb-ı Hakk’tan niyâz edip duruyormuş

Bu şarkı sözleri kendisini uzun süre oyalamış durmuş. Çünkü bütün bu yukarıda yazılanları defalarca düşünüp duruyor; bunları düşünürken de aslında hep Cenâb-ı Hakk’ı, Cenâb-ı Peygamberi ve Efendisini/Rehberini düşünüyormuş. Böylelikle de hep onlarla birlikte oluyormuş. Tabii bu hâl kendisinde müthiş bir cezbe (aşırı coşku), vecd hâli vâsıl ediyor, bu durumdan da en çok eşi ve çocukları etkileniyormuş. Dervişcik onlar için hep şöyle dua etmekteydi: “Allah onları, benim bu hâllerime gösterdikleri sabırlarından dolayı her iki cihanda Azîz kılsın, hepsini gönüllerindeki murâdlarına eriştirsin, tüm evlâdlarıma hayrlı eş ve hayrlı zürriyetler ihsân eylesin inşallah. Allah’ın Selâmı ve Bereketi her an üzerlerine olsun.” Âmin.


[1] Yaşar Nuri Öztürk’ün Meali

[2] De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz/menfaat çevreniz, elde ettiğiniz mallar, kesadından korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden konutlar sizin için Allah’tan, resulünden ve Allah yolunda cihattan daha sevimli ise artık Allah, emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah, yoldan ayrılmış bir topluluğu doğruya ve güzele kılavuzlamaz.”

[3] “İnsân, yaratılan ile Yaratan arasında bir kavşak noktasıdır. Bu yüzden olacak ki insâna “Ulûhiyyet ile ubûdiyyetin birleştiği varlık” da denilmiştir. Allah ile insân arasında bir ezelî anlaşma, bir zaman ötesi ahitleşme vardır. İnsân, mutluluğu ve ölümsüzlüğü Allâh’a varmakla elde edecektir. İnsânın Allâh’a olan hayat yolculuğunun adına seyr, sefer, hicret, gurbet, veya sülûk derler. Bu yüzden insânın, aslına dönüş yolunda çıkardığı feryat derin ve yakıcıdır. Bu feryat yoksa insân, insânlığını unutmuş demektir. Bu varoluş yolculuğunun bir adı da Mi’râc’dır. Mi’râcî faaliyetin; özelliği, şartları ve nasıllığı karşımıza özel bir eğitim ve terbiyenin kaçınılmaz gerekliliğini çıkarmaktadır. Bu özel eğitime veya başka bir ifâde ile ilme genel ad olarak Kur’ân’da da zikredildiği gibi İlm-i Ledün diyoruz. İlm-i Ledün’ün gâyesi, insânı Mi’râcî faaliyete iştirâk ettirmektir. Bunun için gerekli olan mânevî doğumun anne ve babalığını ise Mürşîd-i Kâmil ifâ etmektedir. İnsân-ı Kâmili ancak bir insân-ı kâmil yetiştirir. İlm-i Ledün eğitiminin kurumsallaşmış şekli olarak da karşımıza tarîkatler çıkmaktadır. XXI. yüzyılda özlemimiz; tarîkatlerin, Kur’ân ve Sünnet’in denetiminde yeniden gerçek fonksiyonlarını elde eder konuma gelmeleridir. Böyle bir yapılanma, Hakîkat’i arayan insânımıza beklenen güzellikleri getirecektir. İşte kavramların birbirine karıştığı, sahte ile gerçeği birbirinden ayırt etmenin güçleştiği bir zaman kesitinde Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre’nin Kâmil Mürşîdlerin Mîrâsı’nı farklı yönleriyle dile getirdiği sohbetleri, aslını arayış içerisinde olan rûhumuza bir Âb-ı Hayat çeşmesi olacaktır.” Necmettin Şahinler/Satış Rekorları Kıran Kitap Tekrar Raflarda 06 Nisan 2019

[4] Peygamber Efendimiz’in mânevi soyu.

[5] Tam ve mutlak kudret sâhibi olan, istediğini dilediği gibi yapmaya gücü yeten (Allah’ın en güzel isimlerinden.)

[6] Ganiyy-i Muhtefî’nin nefeslerinden bir beyit:

 Ne saadet açana, nefsine karşı cihd,

 Olup ehl-i fütüvvet ve kaviyyü-l tikad,

 Sırt-ı müstakmden l inhiraf tek lhza,

 Ederekten her kavli ahvliyle ittihd!

[7] Emredilene uy, yasaklanandan uzak dur.

[8] Kuvvet, kudret ve hükmün ve var olan her şeyin tek sahibinin Allah olduğunu ve var saydığımız her şeyin ancak ve ancak Allah’ın varlığı ile varlık kazandığını unutmadan, Efendisini ilâh yerine koyup ağzından çıkan her söz olacakmış gibi düşünüp, kaderini onun ağzındaki sözlerde aramadan, Efendi’sinin de bir zamanlar bir Efendi’nin rehberliğinde aynı yollardan geçerek; istidâdından dolayı vakti zamanı geldiğinde kendisine Cenâb-ı Hakk tarafından ilim taleb edenlere yol göstermesi amacıyla mürebbilik (rehberlik) yapma görevi verilmiş, çok değerli, hörmete ve saygıya lâyık; bundan dolayı da sözlerinin, tavsiyelerinin dinlenmesi gereken bir kul olduğu bilincini daima zinde tutmalıdır. Bütün bu kullara Selâm olsun.

[9] Şarkının sözlerinin orijinali “resmimize” değil “neslimize” imiş. Ama dervişcik bu sözleri hep “resmimize” olarak duymuş ve öyle söylemiş. Kensini tefekküre ve cezbeye sevk eden söz de “resmimize” imiş. Birgün CD’nin içindeki sözleri okurken bu sözün “neslimize” olduğunu fark etmiş. Şarkı sözü yazarının affına sığınarak tefekkürünü anlatabilmek için “resmimize” sözü üzerinden yazımızı sürdüreceğiz. Zaten anlatılan manâ tamamen dervişciğin neş’esine göre imiş. Kimbilir şair bunları yazarken hangi farklı duygular içindeymiş. Ve bir başka dinleyicide çok daha farklı manâlar içinde bu şarkıyı dinlemekte imiş. Cenâb-ı Hakk Ganî’dir. Tek bir ışıkla farklı aynalarda farklı farklı tecelli etmektedir.

[10] Bu sözlerin orijinali de “Gün olur erişirler ikimize” imiş.

[11] “Levlâke Levlâk Lemâ halaktül Eflâk”  (Sen olmasaydın, sen olmasaydın bu âlemleri yaratmazdım) Kûdsî hadîsinde Cenâb-ı Hakk Peygamber Efendimize böyle hitâb ediyor.

Cevap ver

Email adresiniz yayınlanmayacak.