Yüzleşilemeyen Duygular: Dürüst Olmaya Önce Kendimiz ve Nefsimizden Başlayalım!
- 1. 25 Temmuz 2015/Salı Hürriyet gazetesi Damla Çeliktaban/İfade Edilmeyen Öfke Hasta Ediyor:
Diane Zimberoff/ “Breaking Free from the Victim Trap (Kurban Psikolojisinden Kurtulmak)”… Birçok insanın ailesinden öğrendiği, bilinçsizce uyguladığı bir davranış modelinden bahsediyor. Kurban modeli denen bu davranış birçok bağımlılığın (sigara, alkol, seks, alış-veriş, aşırı yeme vs.) yanı sıra kişilerarası doğru yürümeyen ilişkilerin de temeli olduğundan bahseden kitaptan hareketle köşe yazısında şöyle devam ediyor: “Negatif duygular, özellikle de öfke, söze ya da eyleme dökülmediğinde vücuda zarar veriyor.” “Öfkeyi vücutta biriktirip hasta olmamak için çocukluktan itibaren alınabilecek önlemler var. Bunların en başında duyguların ifadesine müsaade etmek geliyor. Yeni nesil çocuk yetiştirme kaynaklarında sıklıkla altı çizilen, ebeveynin çocuğunun “duygularını aynalaması” işte bu yüzden önemli. Çocuk böylece yaşadığı duygunun adını öğreniyor ilk önce: Üzgünüm, kızgınım, korkuyorum, yalnızım, utanıyorum, kıskanıyorum gibi kelimelere vakıf oldukça kendisini ifadesi kolaylaşıyor. Kardeşini kıskandığı için gidip duvara vurmuyor da annesine “Onunla çok ilgilendiğin için kıskanıyorum” diyebiliyor, bu ifade duygunun çocuğun bedeninde büyümesinin ve birikmesinin önüne geçiyor. “-Bunda üzülecek bir şey yok, git odanda ağla.- -Ağlayınca çok çirkin oluyorsun…- -Çocuk dediğin bağırıp çağırmaz.” …Bunlar gibi bize basit gözüken yönlendirmelerle öğretiyoruz çocuklara duygularının önemsiz olduğunu ve onları bastırmayı. Kızdığı, üzüldüğü, utandığı durumlarda ona bu duyguları dışa vurması için fırsat vermek gerekiyor. “Çok kızmış görünüyorsun. Gel beraber şu yastığı yumruklayıp o öfkeyi bedeninden çıkaralım. Annen sana yardım edecek.” Eğer ebeveyn olarak böyle davranamazsak “çocuk duygularının önemsizliğine ikna olup onları yok sayan bir yetişkin olarak büyüyor ve sonunda biriken enerji, vücudun bir yerinden hastalık olarak patlak veriyor” deniyor. Dikkate almaya değer bir yaklaşım. Köşe yazısının tamamını okumanızı tavsiye ederim. Bu arada her türlü bağımlılığın da bir hastalık olduğunu savunan bilim insanları var. Yani çocuklukta bastırılmış/ifâde edilmemiş bir takım negatif duyguların ilerleyen yaşlarda herhangi bir madde veya davranış bağımlılığına/hastalığına dönüşmesi ihtimali de olabilir bu yazıya göre. Aslında OKB rahatsızlığının da bir tür bağımlılık olabileceğini düşünüyorum. Çünkü bir insanın inatçı, ısrarlı bir şekilde takıntılı olduğu davranışı yapmak istemesi ve şartlar ne olursa olsun bu davranış biçimini illâ kendi istediği/alışık olduğu biçimde ısrarla yapmak istemesi ve yapması, o davranış biçimine bağımlı olmak olabilir. Bağımlı olunan her şey (madde veya davranış) kişinin özgürlüğünü kısıtlar. Yani o davranışı o şekilde yapamazsam ( bir başkası veya hayat şartları benim o davranışı o şekilde yapmamı engellerse) içine düştüğüm duygu durumu yaşamımı karartıyorsa, (seni/beni/bizi) öfkelendiriyorsa buraya dikkat etmek gerekebilir. Örnek: Bir kişi de madde bağımlılığı varsa her gün rutin, belli zamanlarda, belli şekillerde bunu kullanıyor veya onu bulamazsam diye hiçbir şeye önem vermediği kadar bu maddeyi her gittiği yere yedekleyerek/ tedarik ederek götürüyorsa bu kişi o maddeye bağımlı demektir. Onu bulamadığı zaman hayatı kararır, öfkelenir, ağlar, titreme nöbetleri yaşar vs. (Yoksunluk semptomları) Ve şöyle bir diyalog kuralım farkında olsun olmasın tüm madde bağımlıları için: Şu meleti biraz azaltsan, bu seferlik şunu içmesen/yemesen veya kendini kusturmasan, vs. Bu cümle kalıplarını takıntılı davranışlar için yeniden düzenleyelim: dolabın bu kadar düzenli olmasa, arabanın üzerinde biraz toz olsa ve bugünlük bırak arabanı parlatmayı da gel iki laf edelim, perdeleri tamam çıkartmışsın yıkayıp takmak için ama yarın taksan ne olur çok yorgunsun bu akşam erken yat sabah kalktığında devam edersin, ve benzeri cümleler… İşte günlük yaşantımızda pek çoğumuzda farkında olduğumuz veya olmadığımız karşılıklı diyaloglarımızdır. Çevremizde az veya çok benzer diyaloglar içinde olduğumuz anlara rastlarız veya kendimiz bu diyalogların içindeyizdir. Karşımızdakinin davranışını iyi niyetimizle değiştirmek için kurduğumuz ve genelde pek işe yaramayan diyaloglar.
- 2. Oğuz Atay/Tutunamayanlar İletişim Yayınları 61. Baskı 2013:
1970 yılında TRT Roman Ödülü kazanan bu kitabı okurken yine negatif duygularımızı öncelikle kendimize nasıl ifade edemediğimizi, etrafımızdaki en yakınlarımıza da nasıl gerçek duygularımızı gösteremediğimizi anlatan bazı cümleleri sizinle paylaşıyorum:
s.26: “Çevresindeki eşyaya duyduğu öfkenin ifade edilemeyen sıkıntısıyla bunalıyordu.” Yakın arkadaşı Selim’i bir intihar vakası sonucu kaybeden Turgut’un iç konuşmaları: s.44: “Üniversitedeki bir hocasının sözleri aklına geldi: her yapıda, alttaki bir tabakada yapılan küçük bir hatayı bile, onun üstüne koyacağınız daha iyi tabakalarla örtemezsiniz.”… “Karısına baktı: Nermin perdeleri kapıyordu. Dış dünyayla ilişkileri kesme vakti gelmiş: “Bugün ne yaptın canım?” zamanı yaklaşmıştı demek. Turgut birden, günü anlatarak tekrar etmenin getireceği yorgunluğu duydu. Bazı günler konuşamazdı insan. Elini koltuktan aşağı sarkıttı ve gazeteyi aldı.…. Birkaç satır okuduktan sonra göğsünden ağzına doğru bir sıkıntının yükseldiğini hissetti; gözlerini karısına doğru çevirmekte kısa süren bir gecikme oldu. Sonra, kendi derdine düştü ve içinin sıkıldığını karısına anlatmayı unuttu. Belki de Selim için üzüldüğünü, karısını bu düşüncelerle yormak istemediğini, zamanla bu yaranın kapanacağını, erkeklerin bazı yalnız sıkıntıları, evin düzenine dokunmadan zararsızca geçiştirdikleri belirsiz huzursuzlukları olduğunu açıkladı kendine. Belki de bir şey demedi. Belki, kendine bile, bir açıklama yapması gereksizdi.” s.49: “İşte biri daha öldü gitti. Turgut’un içinden atamadığı hüzün, belki de bu azalışın hüznüydü. Kendini bırakmaması söylenince de, bu duygudan kurtulamadığı için, tekrar düzelinceye kadar bunu saklaması gerektiğini hissetti utanarak.” s.50: “Sonra Nermin sofrayı toplarken, oturduğu koltukta, birden Turgut aynı huzursuzluğun yaklaşmakta olduğunu hissetti. Kıskanç ve intikamcı bir duyguydu bu: biraz unutulmaya gelmiyordu. Gizlice büyüyor, eskisinden daha şiddetli bir biçimde ortaya çıkıyordu hiç beklemediği bir davranışta bulunmadan, onunla ilgili bir hareket yapmadan atlatılması imkânsız gibi görünen bir duyguydu. Hüzünlü bir biçimde ele alınmayınca daha zalim oluyordu sanki. Kendisine saygı duyulmasını istiyordu. Küçük bir fırsat bulunca da Turgut’un içini ezen bir rahatsızlık olarak ortaya çıkıyordu. “Midem iyi değil galiba,” dedi. “Bana bir ilaç versene”. Söylediği sözlerden hemen pişman oldu. Gene ihanet etmişti içindeki ‘şey’e. Bu ‘şey’ Selim’in ölümünden öte bir hüzün, ne olduğu belirsiz, fakat sürekli ilgi isteyen bir duyguydu. Hem örtülmesi gereken, hem de örtüldüğü ona hissettirilince kuvvetlenen bir duygu.” s.51: “o güne kadar yakından tanımadığı bir duygu olduğu için, uzak ve karanlık bir kelime seçmişti. Divanda oturan karısına belli etmeden ve bu belli etmemenin kendisine neye mal olduğunu bilerek dayanmıştı. Onu üzmemek için böyle davrandığını bile aklına getiremedi bu sıkıntı içinde.”
- 3. Babası vefât etmiş bir danışanın Psikiyatristi ile olan görüşme ve yazışmaları:
Danışanın izni alınarak ve olaylar değiştirilerek anlatılmıştır.
5 çocuklu bir anne, babasının vefât haberini aldığı an şöyle bir cümle sarf etmiş: “5 çocuğum var, onlar için sapasağlam duracağım, ağlamayacağım, üzülmeyeceğim, bu acının üstesinden geleceğim inşaallah!” Ve öyle de yapmış, çevresindeki bazı insanlar tarafından takdir bile görmüş bu halinden dolayı. Mâlumunuz aslında nefs taşıyan bizlerin, insanların doğal olarak sahip olduğu bazı negatif duygularımızı (acı, öfke, utanç, korku, hased, kin gibi) bastırması ve yokmuş gibi davranması bazı kültürlerde ve bizim kültürümüzde de öğretilen bir davranış biçimidir. Bu davranışı destekleyen bazı atasözlerimiz de vardır: “Kol kırılır, yen içinde kalır.” Birisi kan kustuğunda bir başkası görürse: “Dün akşam kızılcık şerbeti içmiştim.” diye cevaplamak marifettir. Burada inançlı insanlar bu bahsettiklerimi olmuş hadiselere “sabır gösterememek/sabredememek” olarak algılamasınlar lütfen. İnançlı insanlar olarak acının varlığını kabul ettikten sonra ‘kendimize/nefsimize’ bu acıyı yaşamaya izin veririz ve böylece de bu duruma sabır göstermeye başlarız. Yani başımıza gelen hâdiseye rızâ göstermeye başlarız. Sorun; biz bu negatif duyguyu, acıyı yok sayarsak, bu duyguyu yok saydıracak bazı meşguliyetlerle kendimizi oyalamaya kalkarsak (gerçek duygunun üstünü örterek) geliştirdiğimiz ikâme tatminlerle hem kendimizi kandırırız/kendimize yalan söyleriz/kendimize-nefsimize zulm ederiz- hem de sabır gösterilecek birşey kalmamış olur ortada –acı yok ki neye sabır gösterelim- muazzam bir ikilemin/kaosun ortasında buluruz kendimizi. (Peki gerçek böyle midir?)
Yukarıda bahsettiğim danışan babasının vefât haberini aldığı andan itibâren bu kendini aldatma sürecine girmiş. İlk zamanlar sabahları uykudan uyandığında kalbinin üzerinde yumruğu büyüklüğünde bir acı hissediyormuş, “Bu acı da ne?, Neden acaba?” diye düşünürken bir anda babasının vefât etmiş olduğu aklına geliyormuş. İçinde bulunduğu dünya meşguliyetine öyle bir kaptırmış ki kendini, bu acıyı hissetmemek adına, bir ay kadar sonra artık bu acıyı hiç hissetmez olmuş/acı hiç kalbinin üzerine oturmaz olmuş. Babasının 40. gün duâsında arkadaşlarına yüzünde bir tebessümle: “40 gün önce babam vefat etti.” diyerek dağıtıyormuş mevlid şekerlerini. Vefâttan yaklaşık iki ay sonra psikiyatristi ile olan ilk görüşmesinde 50 dakika boyunca babasından/babasının vefâtından hiç bahsetmemiş. Sanki hayatında hiç böyle bir olay yaşamamış gibi güncel yaşam ilişkilerinden bahsedip durmuş. Son 10 dakikada psikiyatristi “kendisini” bu durumun farkına vardırmış. Kendini nasıl kandırıyor olduğunu fark etmek çok canını acıtmış. Bu aldatmaya daha fazla devam etmemek adına bir ay süresince içinin derinliklerine gönderdiği ve çok derine gittiği için de yok zannettiği acıyı her neye mâl olacaksa olsun yaşamaya karar vermiş ve geri çağırmış. Cesurca onunla yüzleşme kararı almış. Bu kararından bir buçuk ay sonra acı geri gelmeye başlamış. Bu acının, ansızın nasıl geldiğini, psikiyatristi ile paylaşan danışanın ifâdeleri, yukarıda bahsettiğim 1970 yılında yayınlanmış “Tutunamayanlar” romanındaki Turgut karakterinin ifâdeleri ile tıpa tıp örtüştüğü için kendisinin izni ile bir yazışmasını sizinle paylaşıyorum: “ Tatilimiz, eşimle güzel zaman geçirmek açısından da güzeldi. Fakat son günlerine doğru bir gün kalbimde yine babamı kaybetmenin acısı oluştu ve bütün göğsümü kapladı. O gün bayağı zor geçti. Akşamları yemeğe giderken giyinmek ve makyaj yapmak zorunluluğum bana ağır geldi. Sürekli esneme krizleri içindeydim. Hatta bir ara patlayacak gibiydim. Eşime gerçeği söyleyip tatilde onu da üzmek istemediğim için ona sadece: “Biraz sıkıntılıyım.” dedim. Sonra kendi sürecinde yavaş yavaş azaldı ve rahatladım. O acının, nasıl ve ne zaman geleceği hiç belli olmuyor, sadece gelince yollamıyorum, acının kendi yoğunluğunda ve sürecinde azalarak geçmesini bekliyorum sabırla. Nefsimin bu doğal halini yaşayışına sadece şahitlik ediyorum. Tıpkı sevinçli, güzel, iyi bir durumda mutluluğu, neş’eyi yaşamasına şahitlik ettiğim gibi…”
Aslında çoğumuz fiziksel bir acı yaşadığımızda bunu nefsimizin hissedişine izin veririz ve bu acıyı da diğer insanlara ifade etmek konusunda hiçbir sıkıntı yaşamayız. Örnek: Elimiz kesildiğinde veya rendeye kaptırdığımızda/mutfakta veya ütü yaparken bir yerimiz yandığında/bir yerimiz kırıldığında veya ağrıdığında hatta normal veya sezeryanla doğum yapan annelerin anılarında kalan doğum acıları asırlardan beri anlatılır durur. Sıkıntı; olmuş olayların herkesin kendi potansiyelince/biricikliğiyle içinde yarattığı soyut, elle tutulamayan acı, öfke, korku, kıskançlık, vs. gibi negatif duyguların paylaşımında. Aslında belki ‘bizler’ bu duyguları yaşayacağız/kendimize dürüst olacağız ama çevremizdeki insanların bu duyguyu yaşamamız esnamızda veya kendileriyle paylaşma anında onların da kendi potansiyelleri/biricikliklerinden dolayı verdikleri tepkiler, sordukları sorular, yaptıkları yorumlar ve karşılaştırmalar, en üzücüsü de yaptıkları negatif eleştirilerle -sanki acımızı hafifleterek bize yardımcı olduklarını zannetmeleri- bu acıyı yaşamamıza ve paylaşmamıza engel oluyor galiba. Bir kısır döngü içinde karşılıklı ilişkilerde bu davranış biçimini yani soyut negatif acılarımızı paylaşmamayı ve kendimize dahi ifâde etmemeyi öğreniyoruz. Bir sonraki nesile aktarıyoruz. Psikolojinin alt dalları Sosyal Psikoloji, Gelişim Psikolojisi, Sağlık Psikolojisi; Sosyoloji; Antropoloji ve alt dalı Dil Bilimi gibi bilimlerin gelişmesi aşamasında yapılan saha araştırmalarının neticeleri incelendiğinde, şu söz çok duyulur oldu: “Doğru bildiğimiz yanlışlar.” Çok yakın zamanda gözlemlediğim bir olayı sizinle paylaşayım. Yorumsuz…
10 yaşında bir kız çocuğu oturduğu sitede bisikleti ile dolaşırken yan komşularının bahçe çitine bağlanmış köpeği görünce bisikleti ile durup köpekle konuşmaya başlamış. Çünkü daha önceleri sahiplerinden izin alıp köpekleri severmiş. Köpek bir anda havlayarak kız çocuğunun üzerine hamle yaptığında tahta çit yerinden kopmuş ve köpek doğruca bu kız çocuğunun üzerine atlamış. Çocuk yere düşmüş poposunun üzerinde zıplayarak köpekten kaçarken köpekte onun üzerine çıkmaya çalışıyormuş. Yaşanan olay neticesinde kız çocuğuna fiziksel hiçbir şey olmadı fakat duyduğumuz çığlık sesleri muazzam bir korku yaşadığına kanıttı. Yani yaşanmış büyük bir korku var kız çocuğunun iç dünyasında.
Fakat bu kız çocuğu telefonla anne ve babasına olay hakkında bilgi verirken son derece sakin ve olgun bir insan tonlamasıyla konuşuyor ve “üzülmeyin sakın ben iyiyim” derken anne ve babayı koruyordu. Buraya kadar ki süreç normal olabilir, anne baba işte onları teleşlandırmamak için davranış biçimi harika denebilir. Ama sonrasında da çocuk anne ve babayla bu yaşadığı korkusunu paylaşmıyor, diğer yandan da kardeşi eve köpek alınmasından bahsettiğinde büyük tepki veriyor, komşu köpeğin olduğu tarafa yürümüyor. Yani paylaşmadığı aynı zamanda da unutmaya çalıştığı korku duygusunu aslında içinin derinliklerine gömüp sanki böyle bir korku yaşamamış gibi davranıyor.
- 4. Hepimiz Pamuk Prenses ve 7 Cüceler masalındaki kötü kraliçe karakerini biliriz:
Üvey anne konumumdaki kraliçenin aynanın karşısına geçip: “Ayna, ayna söyle bana; benden güzel var mı bu dünyada?” sorusunu da…Masaldaki bu karakteri bir sembol olarak alıp bu sembolü de sanki insan nefsi olarak düşünelim bir an için. Erkek olalım kadın olalım fark etmez her insanın içinde böyle bir varlık olduğunu düşünürsek; inançlı veya inançsız olan insanoğlunun çoğunluğunun kendisini/nefsini hep en güzel, en akıllı, en iyi, en hatasız/günahsız/nâkısasız (Ben/En) ama kendi dışındaki insanları da tam tersine kötü, akılsız, çirkin, hatalı, günahkâr görme, tespit etme, müşahade etme meyli vardır. Günümüz kapitalist düzeni de bu aynaya baktığımızda kendimizi kendimize gizleyeceğimiz sonsuz sayıda maskeleri bize sunar; yaşam bu kendimizi kendimize maskeleme araçlarına ulaşmak emeliyle sürer gider… Giydiklerimizle, gezdiklerimizle, yetiştirdiğimiz çocuklarımızla kendi acılarımızı örten kale duvarımızı kalınlaştırır dururuz. Yaşantımız bu maskeleri elde etme adına sadece para kazanmaya odaklı, gelecek endişesi içinde “Ânı” yaşayamayan bir koşuşturma içinde geçer durur. Ebeveyinler olarak çocuklarımıza sunduğumuz kaliteli, kendimizce lüks yaşam biçimiyle, onların istek ve arzularını yerine getirerek onlara en iyi anne babalığı yaptığımızı zannederiz. Anneler en güzel yemekleri yaparken, babalar en güzel eğitim imkânlarını, tatil programlarını, sosyal yaşantıyı sunarken harika bir anne, baba olduklarını düşünerek vicdânları rahat bir halde uykularına geçerler. Peki çocuk gerçekten çok sevildiği için muazzam bir emek verildiği ve çaba sarf edildiği halde bu kadar çok sevildiğinin farkında mıdır acaba bu süreçte?…. Günün yorgunluğu peşine çocuklarının sesine, aynı odadaki varlığına dahi tahammül edemeyen bir ebeveyn ordusu var aslında etrafımızda. Robotlaşmış bir şekilde “İşe gidiyorum, parayı kazanıyorum, çocuğumun gelişimi için pek çok şey yapıyorum, hobi kursuna götürüyorum, vs. daha ne yapacağım” diyen anne babalara hak vermemek de elde değil. Tam bu noktada yeni bir şeyler bulmak gerekiyor -aslında- çok sevdiğimiz çocuklarımıza “bu sevginin iletilmesi” açısından. Çocuklarımız için kendimizi adamış şekilde sürdürdüğümüz yaşam biçimlerimizde büyük bir eksiklik var. Bu eksiklik: “sevildiğini hissedememe hâli”. Burası katkıya açık bir havuz olsun ve ortak paylaşımlarla, fikir alışverişleri ile “hiçbir şey için geç değildir” diyerek aslında her birimizin temel ihtiyacımız olan “sevildiğimizi bilmek, hissetmek arzumuzu gerçekleştirebilmek adına bu büyük toplumsal soruna çözümler üretmek çabası içinde olalım. Fikirlerinizi paylaşabilirsiniz.
İşte yarış halindeki bu hayat biçimini kazanma ve yaşama durumumuz acaba; makyajla, kıyafetle, çantayla, mobilyayla, eğitim diploma ve sertifikasıyla, kariyerle, araba – telefon markalarıyla, tatil yapma biçimiyle, çocuklarımızın okudukları okullarla, üyesi olduğumuz derneklerle/gruplarla vs. kendimizi kendimize saklama yöntemlerimiz olabilir mi?… Hepsinin bizler için anlamı nedir, her biri aslında bizim için ne ifâde ediyor? gibi sorular yöneltmeye başlasak mı kendimize? Pozitif veya negatif tüm sahip olduğumuz duygularımızı dürüstçe öncelikle kendimize sonrasında da ilişkili kişilere ifâde edebilmeye başlasak mı artık? Çocuklarımıza aldığımız oyuncaklar, kazanmaları için peşine düştüğümüz okullar, yapmalarını istediğimiz hobiler, vs. bizler için ne/neyi ifâde ediyor. Veya kendimizin peşine düştüğümüz, elde etmek istediğimiz şeyler, eğer varsa yaşam hedeflerimiz bizler için neyi veya neleri ifâde ediyorlar, tüm bu uğraşlar bana veya evlâdıma ne katacak, nasıl bir değişim oluşturacak? Bu denli adanmışlık içinde -yazının başlangıcında bahsedilen Diane Zimberoff/”Breaking Free from the Victim Trap (Kurban Psikolojisinden Kurtulmak) kitabında vurgulanan “Kurban modeli davranış biçimi” acaba bizde de var mı? Bu davranış biçiminin pek çok bağımlılığın (sigara, alkol, uyuşturucu, seks, alış veriş, aşırı yeme veya tersi, vs) yanı sıra kişilerarası doğru yürümeyen ilişkilerin temeli olduğunu iddia etmesi açısından -şayet bu iddia doğru ise- bu gibi sorunların çözümü de bu soruların cevaplarında saklı olabilir mi? Cevabı bulmak için biraz derine dalmak gerekebilir. Bu yüzden de “Dürüst Olmaya Önce Kendimiz/Nefsimizden Başlayalım!” ve kendimize yönelik doğru kapılar açmaya/sorular sormaya, bu esnada da dış dünyayı fon müziği yapıp iç sesimize odaklanıp kendi kendimizle iletişime geçmeye niyetlenelim. Hâlis niyet, her türlü zor kapının veya oluşun anahtarıdır, ilk adımıdır. Vakti geldiğinde/niyetimiz gerçekleştiğinde bu kapılardan içeri cesaretle girerek her türlü olumlu veya olumsuz duygularımızın farkına varıp, olumsuz olanlarları da olumlular gibi önemseyerek ifâde edip, kabullenelim. Acı da olsa kendiliğinden sönene kadar bu duygularımızı yaşayalım, kendimize bu konuda izin verelim ve acı veren duygumuzun da huzur,mutluluk anlarımızın da şâhitliğini yapalım. Tüm gerçekliğiyle hem kendi kendimizle bazen de güvendiğimiz eşimiz veya dostlarımızla paylaşalım, onları üzüyor olmaktan korkmadan. Onlara içtenlikle ve cesurca; “Çok canım yanıyor. Bu süreçte senin varlığına, beni dinlemene ve duymana çok ihtiyacım var” diyebilmeyi öğrenelim ve uygulayalım, tıpkı mutlu ve olumlu duygularımızda olduğu gibi. Böylelikle dışımızdaki bağımlı olduğumuz aldatmacalarımızdan, örtülerimizden, kendimize yaptığımız zulümlerden birer birer kurtulup özgür/Reşid kendi hakikâtimizle tanışıp aynı zamanda da kendi kendimizi hasta etmeyen sağlıklı bireyler olalım. Sağlıklı bireyler, sağlıklı aileleri ve sağlıklı toplumları oluşturur.
Cevap ver